Beylik Tabancası

 Monarşi zamanından kalma devlet marşının çaldığı, ihtilalden sonra muhalif seslerin yükseldiği bu sokakta geçmiş onca anılarının ona yabancı geldiğini hissetti. Anılarından kaçmak istercesine adımladığı, her köşe başında yaşayamadığı aşkların onmaz sefilliğiyle karşılaştığı bu mahalde önünü görememenin çaresizliğini hissederek bir an önce akşam olmasını bekledi. Beyninin içinde idam mangasına ateş emri vermekte olan genç subayın menziline kurşundan önce ulaşan, yürek hoplatan sesini işitti. Her geçtiğinde ilk defa geçiyormuş izlenimi veren ara sokakdan eve ulaştığında çoktan hava kararmıştı. 

 Zifiri karanlıkta kalmış gözlerle yokladığı kapının kolunu anahtara gerek duymamanın rahatlığıyla indirdi. Eve girdiği zaman odanın dağınıklığı küreselcilerin yeni dünya düzeni söylevleri karşısında ona özgürlüğün hissini tattırdı. Cebindeki son meteliğe aldığı tam buğday unlu köy ekmeğini ve yarım kalan hayallerini dededen kalma çiçek desenli koltuğun yanındaki boş masaya bıraktı. Hayallerinin ekmeğe nazaran ne kadar az yer kapladığını farketti. Neyseki aç karnından çıkan anlamsız seslerin farkına varması ona bu ilk farkındalığı çoktan unutturdu. 

 Bir şeyler atıştırmak için buz dolabının kapağını araladığında iki hafta önce aldığı çürümeye yüz tutmuş portakalın, kendisini utandırmaya çalışırcasına "ben de iyim" dediğini duyar gibi oldu. Ne denli bir melankolinin içinde bulunduğunu o an iyice kavradı. Midesindeki boşluğa ruhunun da eşlik ettiğini bildi. Midesindeki boşluğu intikam alırcasına kestiği portakal ve köy ekmeği ile doldurdu. Ruhundaki boşluğu doldurmak için ise biraz zamana ihtiyaç duydu.Yıllardır boyanmayı bekleyen, sigara dumanından sapsarı geçmiş duvarlarla yarım saat kadar bakıştıktan sonra sanki çözüm birden ilham olunmuştu. Çözüm gayet basitti. Boynunu delip geçecek 9 mm'lik bir merminin açtığı yarıktan sızacak kan, ruhundaki boşluğu kapatmaya pekala kifayet ederdi. Hemen harekete geçti. 

 İçinde dedesine ait emanetlerin olduğu, 10 yıldır hiçbir insanoğlunun girmeye cesaret edemediği odaya girdi. Burnunu iğdiş eden, evin hamam böceklerine terkedilmiş bu bölümünden gelen pas kokusuna aldırmadan tahta dolabın altındaki çekmeceyi açtı. Bir zamanlar dedesinin erkekliğine erkeklik katan  sig sauer marka beylik tabancasını aldı. Sanki tabancanın kabzasını değil de çocukluğunun şımarık günlerinde olduğu gibi dedesinin yumuşacık ellerini tutmuştu. Ama bu sefer titreyen kendi elleriydi. 

Yokluğunun yalnızca dünyanın en yaşlı insanından bile yaşlı gözüken komşusu; kocakarı tarafından farkedileceği bir dünyada varolmanın gereksiz olduğunu düşünerek, sadece yatmak için kullandığı yatak odasına girdi. Televizyonu açtı. Sıradan insanlar gibi hareket edemeyen sıradan insanlarla dolu bu ışıltılı kutuda kanalları hızlı hızlı gezmeye başladı. Kumandanın tuşuna her basışında insanların ne kadar alçalabilecekleri tüm boyutlarıyla gözlerinin önüne geliyordu. Nihayet insanların olmadığı, hala tabiat kanunlarının geçerli olduğu, vahşi hayvanların başrolü oynadıkları bir belgeselde karar kıldı. Beynin içinde dolaşan genç subayın sesini bastırmak istercesine sesi sonuna kadar açtı. Serengeti düzlüklerinde su içmeye çalışan bir antilobu gözleyen, uzun sarı otların arasında zar zor seçilebilen dişi arslanı gördü. Maymunların tarih öncesi oynaşmaları arasında dinlenmek için reklamın girmesini bekleyen sırtlanların karşısında arterine dayanmış namlunun metal soğukluğunu hissetti. 

 Bir an için evrendeki bütün sesler kesilmişti. Ne vahşi doğadan, ne beynindeki subaydan ne de gerçek hayattan çıt çıkmıyordu. Nereden geldiği belli olmayan bir ses, sonsuza kadar sürecekmiş gibi olan sükuneti bozdu. Evde gezmedik oda, temas etmedik boşluk bırakmayan bu manasız ses, bir gürültü olup, bu sefil dünyada hiçbir şeyi tam yapmanın suçluluğunu bir tokat gibi yüzüne çarptı. Tokattan mı öfkeden mi kızardığı belli olmayan yanaklarına aldırış etmeden evine izinsiz girme cüretinde bulunan bu davetsiz misafiri kovalamaya başladığında artık çok geçti. Ses, bulduğu ilk böcek deliğinden evrenin derinliklerine doğru sıvışmıştı bile. Tekrar yatak odasına döndü, tabancayı arterine dayadı ve ömrünün en zor sınavını vermek için geçmişini son kez yoklayacağı, televizyonun karşısındaki yerini aldı. 

O karanlık, kanlı Şubat gecesini anımsadı. Delikanlılığın verdiği cesaret ve rehavetle yaptığı yanlışlarını, aptallıklarını, eski aşklarını hatırladı. En dinamik zamanını daha sonradan anlamsız bulacağı bir dava için heba ettiği gençliğine acıdı. Tüm bu hatırlamalar yerini geçmiş günlerin kahramanlıklarını bıraktı. Öyle ya! zamanında parti için neler yapmamıştı. Arkadaşlarını hedef alan kurşunların önüne atlamış, nice badireleri tek başına göğüslemişti de karşılığında ne görmüştü. Hayatına giren tüm bu karakterler dedesinin beylik tabancası ile son bulacak, yalnızca kocakarının farkedebileceği, hamam böceklerinin ise devasa bir ziyafet olarak gördüğü ölümünden başka ne vaat etmişlerdi ona? Senaryo belliydi. Partiden ihraç edilmesi, arkadaşlarının yüzçevirip girmeleri, platonik aşklarını kendisinden daha cesur aşıklara kaptırmasıyla başlayan yalnızlığının intiharla son bulacağını anlamak için ermiş olmaya gerek yoktu. Nihayet ruhunun izdirabını bir an evvel sonlandırmak için tetiğe bastığında hamam böcekleri çoktan kaşıklarını kuşanmış, dişi arslan antilobu boğazlamış, genç subay idam mangasına ateş emri vermişti.

"- ölürsek bir partizan gibi ölmeliydik - 

yürüsem parçalanmış bir ceset tazeliğinde

yürüsem beynimde kıpkızıl bir serinlik 

sonra denizler devirebilirim dudaklarımdan 

sonra aşk,sonra dirlik: partizan."(*)

| İbrahim Kavas |

----------------------------------

İstanbul - 06.03.2022

*Her hakkı mahfuzdur.

* İsmet Özel - Partizan 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

DÜELLO

"-et"

Berceste Kitaplar