DÜELLO



   Düello

‘’Vurmakta yüreğim coşkunlukta şimdi, yaratmak için yeniden o tapınmayı, o esini ve yaşamayı, gözyaşlarını, bir de sevgiyi. ‘’ 

St. Petersburg'daki evinden ayrıldığında hava henüz kararmaya başlamış, havadaki kızıl toz bulutu yerini kirli bulanık bir griye bırakmıştı. Aleksandre bugün her sabahki rutinini bozmuş evden ekmek almak için değil bir adamı öldürmek için çıkmıştı. Kararsız adımlarla adımladığı Kuybysheva Caddesi; dağınıklık ve kargaşa içinde intizamlı bir bütünün belirsiz yönlere hareket eden parçaları gibiydi.  Botlarının keçeleri sarkmış pejmürde kıyafetleriyle köylüler, geçtikleri yerlere mistik gress kokuları yayan tren yolu işçileri, siyah okul üniformalarıyla sağa sola koşuşturan çocuklar, kafalarında kalın uşangalarıyla arabacılara el eden yaşlılar, kim oldukları giydikleri fiyonk işlemeli uzun keten gömlekten anlaşılan hayat kadınları ve akşamki sefil eğlenceleri için cüzzamlı taklidi yapan dilenciler caddenin olmazsa olmazlarıydı. Gerçi Saint Petersburg da çok farklı değildi. Petersburg, büyük bir bataklık üzerinde irili ufaklı adalardan oluşuyordu. Ama sonradan daha dikkatli baktığınızda onun Neva Nehri olduğunu fark edebilirdiniz. Geniş bulvarları, dingin suları, uzun köprüleri ve melez mimarisi ile dikkat çeken şehir, Nazi İşgalinden önceki İç Savaş’a kadar Slavların Avrupa’ya açılan kapısıydı. Çar Birinci Petro, Baltık Denizinden Kuzey Atlantik’e kadar yeryüzünde ne kadar taş ustası varsa bu şehri inşa ettirmek için toplanmış, kırk bin köylü kırk bin gün çalışmış ve bu parçalı bütün, bu intizamlı karmaşa ortaya çıkmıştı. Tüm bu karmaşanın içinde Sevgili dostum Aleksandr her adımında bacaklarına çarpan, yürüyüşüne manasız bir düzensizlik katan kahverengi deri çantasını sallayarak, acı ve kederle son bulacak yazgısından habersiz, Milyano dönemecine doğru yürüyordu.

 Koyu kahverengi saçları ve koyu renkli iri gözlerinin yanında, pek de estetik durmayan sivri burun yapısına rağmen, yüz hatlarındaki orantı, kadınlar tarafından her zaman çekici bulunurdu. Hatta onun saray çevresi tarafından gizli aşk saltanatı, bazı kimselerce bilinen ve dillendirilen bir gerçekti. Bir zamanlar doğduğu şatafatlı hayatı reddetmiş, şair olmanın kendisine verdiği yetkiye dayanarak özgürlükçü yazılar yazmıştı. Ancak bu yazılar daha sonraları kendisine pahalıya mal olmuş, bizzat vaftiz dedesi olan Çar’ın, sansüründe ve sürgününde, hükümet tarafından oğlunu gözetlemekle vazifelendirilen sevgili babasının, sözüm ona ‘merhametli kollarında’ kendi ailesine ait topraklara lanet ederek dört koskoca yıl geçirmişti. Öyle ki bu dört koca yıl; dört derin çizgi olup, alnında belirivermişti. Ancak bu çizgiler muhatabına büsbütün döndüğünde fark edilen bir alın yazısı gibiydi. Tıpkı 1837 Ocak’ının nefes kesen soğuğunda gözlerini son kez kapadığında arkadaşları tarafından, ‘doğduğunda tanrının kendisine bahşettiği bir azizlik alameti’ olarak yorumlanacak olan dört çizgi gibi.

Milyano dönemecine geldiğinde keşke önüme biri çıksa diye geçirdi aklından. ‘’Ahmaklık ediyorsunuz bayım! Yaptığınız doğru değil’’ dese. Onu tekrar evine; yazıhanesinde bıraktığı Paskalyadan kalma şampanya, havyar ve zeytin salatasına geri döndürse diye düşündü. Sonra bunun amiyane bir fikir olduğunun farkına vardı. Hem böyle bir durumda o beyefendinin yüzüne nazik bir yumruk indirmekten asla alıkoyamazdı kendisini. Öyle ya savaşmak için yaşıyordu, savaştığı için yaşıyordu. Romalı bir düşünceydi aklındaki; ‘'vivere militare est’’¹ Sevgi için, aşk için, gurur için verilecek bir savaş vardı ne de olsa. Dün daktilo bugün tabanca ne fark ederdi ki. Hem dünyada sonsuz bir mutluluk yoktu ona göre. Ne ünlü bir soy, ne güzellik, ne güç-kuvvet, ne zenginlik hiçbir şey insanı felaketten kurtaramaz diye düşünürdü. Kafası kaynayan bir kazandı. Beyninin içinde düşünceler birbirini kovalıyordu. Geçtiği her cadde, adımladığı her yol, gözlerini bakarken bulduğu her yapı onda başka bir duygu uyandırıyordu. Her adımında tedirginliği giderek artıyordu.

Hermitaj caddesinde yürümeye devam etti. Aziz Nikolskiy Kilisesi’ni geçip, Kışlık Saray’a yaklaştığında kalbi her zamankinden daha hızlı çarptı. Belki de burayı bir daha göremeyecek olmanın hissi onda korkuyla karışık bir heyecan yaratmıştı. Kışlık sarayın büyüleyici güzelliğine aşıktı. Çar’ın güç ve ihtişamını ortaya koyan bu devasa kaleyi yazılarında sık sık dillendirirdi. Sarayın nakış nakış örülen gümüş parmaklıkları, sahil boyu uzanan Roma granitleri ve Neva’nın eşsiz akıntısı onu bu dünyadan alıp başka alemlere götürüyordu sanki. Bu endişeli ve tuhaf hissiyat içinde adımlarını hızlandırdı, başını öne eğdi ve yürümeye devam etti. Nihayet Kuybysheva Caddesi’nden Katerina çıkmazına geldiğinde, Rusya’nın büyüleyici ihtişamı; kemerli pencereleri, yeşil beyaz barok mimarisiyle tam bir Fransız zevki olan Kışlık Saray; bütün heybetiyle onu selamlıyordu. Uşanga şapkası, kirden gözükmeyen gömleği ve keçeli ayakkabısıyla bir köylüyü bile estetiğin varlığına inandıran ihtişam; sanki zayıfları heybetli, kiloluları cazip, çekingenleri saygın gösteriyordu. Görenleri hayrete düşüren ses ve harften oluşmayan bir büyü gibiydi. Bu tılsımdan kurtulmak için koşar adım uzaklaştı oradan. Zamandan ve mekân soyutlanmış gibi, sanki bu dünyada hiç var olmamış gibi hissetti kendisini.

 Neva bulvarı üzerinden yürümeye devam etti. Raskolnikov’un İvanova’yı elinde baltası, serin bir soğuk kanlılıkla beklediği caddeden Saray Meydanına doğru yürüdü. Kalbi normal seyrine dönmüş ve dikkatini şahsi meselesine toplamış vaziyette kahverengi deri çantasını yokladı, durakladı ve paltosunun sol iç cebinden gümüş kabartmalı tabakasını çıkardı. Nalbantın dinlenmek için kapsının önüne koyduğu sinek avlamaktan arta kalan zamanlarında, caddeden geçen insanları süzdüğü tahta tabureye oturdu. Gözlerini saray köprüsünden ufuk çizgisine uzanan sonsuz mesafede gezdirip, sigarasını içmeye başladı. Artık önünde Neva Nehri, arkasında Kışlık Saray, aklında karısının aşığına karşı olan kin vardı.

Dinlenmiş ama kafasında bazı şeylerin yorgunluğunu atamamış bir adam olarak kalktı yerinden. Tekrar yürümeye devam etti. Biz zamanlar İskandinav tanrılarının cirit attığı dar sokaktan geçerek Yüce İsa Katedralinin olduğu bulvara doğru ilerledi. İç içe girmiş dükkanlar, damlarından bakımsızlık sarkan gecekonduvari evlerin yanından geçti. Yerlerde bir önceki geceden kalma sarhoş kusmukları ve balçıklı çamur izleri vardı. Adımlarını hızlandırdı. Yaramaz bir çocukken yaşlı dadısı Arina’nın kendisini avutmak için anlattığı hikayeler aklına geldi. Sanki şarap fıçısının arkasında insan eti yiyen Baba Yorgi salaş bir meyhanede iki şişe içki için tartışan Slav tanrıları, Ölümsüz Koşey, Alkonost, Zmey ve diğer bütün efsaneler hepsi bu sokakta gibiydi. Bu gerçeküstü dünyadan bir an evvel kurtulmak istercesine adımlarını hızlandırdı. Kahverengi çantası hala elinde ve dizlerine daha hızlı çarpar vaziyette İlya Repin caddesine çıktı. Bir yandan yürüyor diğer yandan Subay dedesi Petroviç’den duyduğu eski bir Mihaylovskoye türküsü mırıldanıyordu;

‘’Çiçek açmış elmalar ve armutlar

Nehrin üstünde sis yüzüyor

Kıyıya çıkıyor Katyuşa

Uzun ve dik kıyıya

Kıyıya çıkıyor Katyuşa

Uzun ve dik kıyıya…’’

Her nefes alışında ciğerine dolan soğuk hava yüzünü kızartmakla yetinmeyip gözlerini de yaşartma cüretinde bulunuyordu. Favorilerinden çene altına kadar uzanan ilk bakışta yüzünde kir varmış izlenimi veren siyah, kıvırcık sakallarını kaşıdı. Kaçınılmaz sona yaklaştıkça heyecanı artıyor, kafasında peş peşe binlerce düşünce ışık hızında geçip gidiyordu. Çok severek evlendiği hanımı Natalya ile olan tek taraflı ilişkileri şımarık bir Fransız’ın imzasız mektupları tarafından ihlale ve işgale uğratılmış, biricik sevgilisi ile aralarına kara kediler girmişti. Gerçi önceden de çok iyi sayılmazdı. İlk evlilik teşebbüsü kızın istememesi yüzünden başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Yenilgiyi kabul edip Moskova’dan ayrıldığında kendisini Erzurum’da bulmuş, polis baskınları ve aşk serüvenleriyle geçen delikanlılık zamanlarının hatırı sayılır bir kısmını meskûn bir Osmanlı şehrinde seyahatname yazmakla geçirmişti. Kafasını toplayıp Moskova’ya döndükten sonra yaptığı ilk iş kızcağızın müstakbel ailesini kendisinin en iyi damat adayı olduğuna ikna etmek olmuştu. Her ne kadar zavallı Natalya Gonçarova bu evliliğe kayıtsız kalsa da Aleksandre amacına ulaşmış, onunla evlenmeyi başarmıştı.

Natalya çok güzel bir kadındı.  İncecik vücudu narin, yumuşak teni bembeyaz, çakır gözleri pırlanta gibiydi, sırtına kadar upuzun inen kıvırcık sarı saçları pırıl pırıl sosyete küpeleriyle uyumluydu. Kendine has doğal saflıktan gelen bir aurası vardı. Hatta Neva'dan Çin denizine kadar kendisinden daha güzel bir kadının olabileceği düşüncesi hiçbir beşerin aklına gelmezdi. Güzelliği Çar’ın bile dikkatini çekmişti. Kendisi de güzelliğinin farkındaydı. Ancak bu farkındalık kendisine hayranlık duyma gibi de bir zaafiyeti yanında getiriyordu.

 Aleksandra, Güzel Natalya’nın zamanla kendisini seveceğini düşünüyordu. Onun için aşk; zamanla artan bir şeydi sadece. Aşksız geçen bir hayat sefaletten başka ne olabilirdi ki. Ancak yanıldığını sonradan anladı. Evlilikleri en başından beri durgundu. Aynı evin içinde iki farklı yabancı gibi dolaşıyorlardı. ‘Aşkın, umudun, dingin şöhretin, aldatısı uzun sürmedi, Dağıldı şölenleri gençliğin, uyku gibi, sabah dumanı gibi dizeleriyle ifade edilebilir bir şiirselliği vardı bu durgunluğun. Yine de dünyalar güzeli karısı Natalya olmadan bir hayat tasavvur edemiyordu. Evliliğinin cüretkâr bir mektup aşığı tarafından yitip gitmesine asla müsaade edemezdi. Şiire başlaması, popületisinin artması, şımarık çevrelerde şöhret bulması bir kenara dursun gururlu bir insan olarak bunu vicdanına yediremezdi. Üçüncü bir kişinin dahil olduğu aşkın cinayetten başka bir şey olmayacağını düşünüyordu. Bu işe bir an evvel son vermek ve acı dolu yazgısına büyük bir tutku ile kavuşmak için düşmanını herkesin katılabileceği açık bir düelloya davet etmişti. Bu cehennem soğuğunda, bu kör sabahın karamsar havasında evinden bunun için ayrılmıştı ne de olsa.

Caddenin sonuna doğru yürüdüğünde içerisinde bir şeylerin satılıyor olma ihtimali olmayan izbe bir dükkânın önüne geldi. Vernikleri eskimiş, menteşeleri küf tutmuş ve üzerinde paslı bir çivinin insafına bırakılmış kapı kolunun olduğu tahta kapıyı ayağıyla iterek içeri daldı. Pencerelere gazete kağıtları yapıştırılmış, her böcek deliğine gelişi güzel bez parçaları sokulmuş, tozdan gözükmeyen paspasıyla cinlerin cirit attığı bu saçma sapan yerde bir insanın bulunuyor olması imkansız diye düşündü. Bunu test etmek için birkaç defa yüksek sesle ‘’kimse yok mu?’’ diye bağırdı. Biraz sonra kirden griye dönmüş, eski püskü bir tül perdenin ardından bir adam çıktı. Adam saçlarını ortadan ikiye ayırmış, kısa boylu olabildiğince kilolu ve uzun sakallıydı. Üzerinde Kafkas Halklarına özgü düğmeli beyaz gömlek, gömleğin üzerinde çerkeska kaftan, kaftanın altında bol kesim kahverengi kumaş pantolon onun altında da yuvarlak burunlu deri ayakkabısıyla tam bir Çerkes görünümü veriyordu. Ama Çerkeslerin aksine şişman ve kısa boyluydu. Hiç mimik oynatmadan muhatabıyla göz teması kurmadan azınlık lehçesiyle Rusça bir şeyler mırıldandı. Puşkin onun sadece yüksek sesle ‘kimsin’ dediğini duydu. ‘’Emaneti almaya geldim’’ dedi Puşkin. Daha sonra biraz sessizlik oldu. Adam onun çarın gizli ajanlarından birisi olup olmadığını anlamaya çalışırcasına enine boyuna süzdü. Kaşlarını çattı gözlerini hafifçe kısıp kafkasyalı başını yukarı kaldırdı ve ‘’aradığın şey bende değil’’ dedi. Tam çıktığı fare deliğine tekrar dönecekken Puşkin ‘’Danzas’ın selamını getirdim’’ dedi. Adam tekrar sesin sahibine döndü, tekrar durakladı ve eskitme masanın altında masaya bitişik duran çekmecelerden en altta olanını açtı. Ahşap kutunun içiresinde kurutulmuş siyah cüccam tohumlarının arasına ustaca gizlenmiş olan Orijinal Rus yapımı Nagant altı patları çıkardı ve Puşkin’e verdi. Puşkin hususi birikimi olan gümüşlerle ödemesini yaptı. Silahı aldı, paltosunun içine gizleyerek bu lanetlenmiş yerden ayrıldı.

Güneş batmak üzereydi. Nevski sokağından ilerleyerek daimî müşterisi olduğu Wolf’s şekerlemecisine uğradı. En sevdiği bitter çikolata ve kremalı drajelerden biraz aldı. Sanki adam öldürmek için değil de düelloyu yani; aşk ve gurur için iki aptalın birbirlerini vurmalarını merakla izleyecek başıboşlardan biri gibi gidiyordu. Belki de ölümü küçük görüyordu. Nitekim oyun bittiğinde şah da piyonda aynı kutuya konurdu onun için. Bu oyunun kazananı olmak mümkün değildi belki ama kaybedeni olmamak için elinden gelen her şeyi yapardı. İnsan gururu için yaşardı ne de olsa. Ama bütün büyük yanlışların altında da gurur yatardı. Ne acı sevgili dostum! bunu karnından kanlar akarken farkedilebilecek olman ne acı. Ölümünden sadece yarım asır sonra insanların bu lanet şekerlemecide cafe litteraturnia’da balmumu heykelinin önünde olanlardan habersiz soğuk kahvelerini yudumlayıp kendi dünyevi sohbetlerine dalmaları ne acı. Neyse ki bunları düşünecek zamanı yoktu artık. Sanki talihsiz yazgı ve şair ruhlara yakışır bir ölüm ele ele vermiş, hırçın bir Türk atı gibi üzerine doğru koşuyordu. Alnından süzülen ter soğuk havada kristalize olmuş pul pul parlıyordu. Nihayet kara dereye geldiğinde düello için toplanmış kalabalığı tekdüze bir sessizlik içinde kendisini beklerken buldu. Geldiğini fark eden insanların meraklı ve tedirgin bir halde birbirleriyle fısıldaştıklarını duydu. Hatta aralarında iddiaya girenler bir şişe içkiye bahse tutuşanlar vardı. Fransız’ı destekleyen küçük bir azınlık dahi içten içe Puşkin’in tarafındaydı. Çünkü halk kendisini çok seviyordu. Yevgeni Onegin’i okumayan yoktu belki aralarında. Rus edebiyatının babası, özgürlüğün cesur savunucusu, halkın şairi en önemlisi de gelecekten haber veren bir ermişti o. Gelecekten haber veren ve gelecek hakkında umutları taze tutan biriydi. ‘’Ey dostlar! Halkın ezilmediğini görecek miyim bir gün? Ve köleliğin düştüğünü çarın işaretiyle, Ve sonunda doğacak mı yurdumun üzerinde güzel şafağı bilginin ve özgürlüğün?’’ demişti bir şiirinde. Halkının söyleyemediklerini onlar adına dile getiriyordu. Ama bugün buraya halkın özgürlüğü için değil kendi gururu için gelmiş ve şair özgüvenini evde bırakıp yalnızca paltosunun iç cebine iliştirdiği tabancanın özgüvenini almıştı yanına.

Dantes çarın muhafız alaylarında görevliydi. Fransız İhtilali’nden kaçan bir ailenin çocuğuydu. Renkli gözlü ve kıvırcık saçlıydı. Uzuna yakın orta boyluydu. Suratında Fransızlara özgü pişkin bir ifade vardı. Oldukça soğuk kanlı duruyordu. Düello yerine yarım saat kadar önce gelmiş oturduğu yerden bir tabaka sigara içerek sonucu hiçbir yere varmayan tefekkürlere dalmıştı. Nihayet planlanan süre gelip de Alekandren’in geldiğini haber aldığında olduğu yerden ivedilikle kalktı. Sağ eliyle silahını yokladı. Emanetin üzerinde olduğuna emin olduktan sonra rahat ve uzun soluklu bir nefes aldı. Yakasını düzeltti. Gömleğinin kollarını üç boğum kıvırdıktan sonra rakibinin yanına doğru yürümeye başladı. Rakibinin karşısına geldiğinde onu dikkatlice süzdü. Her ne kadar gözünü ondan ayırmak istemese de bütün dikkati rakibinin alnındaki dört ilahi çizgide takılıp kalıyordu. Koca Rusya’nın hayran olduğu bu adamın karşısında rahat kalmak mümkün değildi. Avrupa’da geçirdiği günlerde her fırsatta övünme meselesi yapacağı cesedin nefesini bu denli yakından hissetmesi kalp atışlarını hızlandırmıştı. Hızlı nefes alıp veriyor ve soğuk soğuk terliyordu. Bu esnada Aleksandre de kendisini süzüyordu. Aleksandre’nin yüzünde öfkeyle karışık karamsar bir ifade ifade vardı. Onuru zedelenen bir adam olarak Tanrı’nın adaletine sığınmak ve saygınlığını tekrar kazanmak için gelmişti buraya. Ve işin bir an önce nihayete ermesini istiyordu. Hakeme hazır olduğunu belirten bir işaret yaptı. 

Kalabalık açıldı, iki taraftan da tanıklar yerlerini aldı. Aleksandre’in bir numaralı arkadaşı Danzas da orada, kalabalığın önünde ellerini kollarının arasına almış bekliyordu. Aleksandre ve Dantes birbirleriyle hiç konuşmadan sırt sırta verdiler ve hakemin işaretiyle onar adım yürümeye başladılar. Aleksandre karamsar başını aşağı eğmiş, odaklanmaya çalışarak yürüyordu. Aklında Natalya vardı. Kahverengi çantasının elinde olmamasının verdiği hafiflik yüreğindeki ağırlığı daha belirgin hissetmesine neden olmuştu. Adımlarının çabukluğunu da buna bağlamıştı. Bütün kâinat ölümünün ani ve birden olması için iş birliği içindeydi sanki. Bu rahatsız edici duygudan kurtulup elini kemerin iç kısmına iliştirdiği silahının kabzasına götürdüğünde artık çok geçti. Rakibi ondan önce davranmış ve silahı ateşlemişti. Midesinde yanma hissetti. Hayatının koyu kırmızı bir sıvı şeklinde karnından dışarı boşaldığını gördü. Geri kalan hayat enerjisinin son kırıntılarıyla tetiğe bastığında rakibinin acı içindeki sesini duydu. Attığı mermi Dantes’in elini sıyırmış ve vazifesini tam yapmamanın verdiği boş vermişlikle sonsuza doğru gitmişti. Şairin yere yıkıldığını gören Danzas hemen yanına geldi. Panikten eli ayağı titriyordu. ‘’Sevgili dostum’’ dedi ‘’iyi misin? sevgili dostum, iyi misin? Aleksandre gözüyle yaklaşmasını isteyen bir işaret yaptı. Dansaz kulağını yaklaştırdığında, şairin; ‘’Hayat bitti. Biten hayat, nefesim sıkışıyor. Bir şey eziyor beni. ‘’ dediğini duydu. Şairin yere düşmesiyle halk arasında huzursuzluk başladı Huzursuz kalabalığın içerisinde halen sakin kalabilmeyi başaran üç beş kişi şairi tedavi ettirmek için götürdüler. Henüz penisilinin bulunmadığı günlerdi. Şair iki gün boyunca şiddetli ve ağrılı ölüm sancıları içerisinde debelendi. Onun bu acınası hali ne Natalya’nın umurundaydı ne de rakibi Dantes’in. Üstelik tüm tepkilere rağmen herhangi bir suçluluk da hissetmiyordu. Hatta kalan hayatının politik ve şaşalı günlerini geçirmek için gideceği Avrupa’da bunu dillendirmekten ve övünç meselesi haline getirmekten de geri durmayacaktı. Sevgili Natalya ise onun ölümünden sonra Çar yanlısı bir tümgeneral olan Petrovich ile evlenecek ve ondan üç çocuk yapmayı da ihmal etmeyecekti.

İşte Rusya’nın en tanınmış adamı, modern Rus şiirinin kurucusu tek başına ölüyordu. Acı, keder ve ızdırap içinde geçen iki günün sonunda ruhunu teslim etti. Cesedine dikkat kesilen arkadaşları alnındaki dört çizginin daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmasına şaşırmışlardı. İçlerinde buna anlam veremeyenler olduğu gibi Tanrı tarafından bahşedilen bir azizlik alametini olduğunu söyleyenler de oldu. Hatta fanatik bir grup üçlemenin dışına çıkarak tanrı oğul kutsal ruh ve şair dediler. Görüşlerin ardından uzun müddet bir sessizlik hakim oldu. Daha sonra cesedi tabuta koydular. Şairin ölüsü halktan gizlendi. Olayların kontrolden çıkmasından endişe edildiği için tabutu gece yarısı Mihaylovskaya köyüne götürerek toprağa verildi.

‘’Çünkü bir gün gerçekten kan aktığında,
ölüm çiçeklerin yırtıcı dülgerliği sanılacaktır.
Karaysam şimdi öfkenin payı vardır karanlığımda.
Aşktandır titrediğim eğer ki titriyorsam.’’

İbrahim Enes KAVAS

20.10.2023 

Karaman

1) ''Yaşamak savaşmaktır!''

2) İsmet Özel, Sevgilime İftira

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"-et"

Berceste Kitaplar