FEVKALADE SIHHAT ÇAĞI

 

İhtiyarların, acuzelerin, zayıf ve güçten düşen miskinlerin olmadığı devr-i şebabet denilen bir çağ vardı. Bu devrin genç erkekleri abraş yüzlü, soluk benizli ve uzun saçlıydı. Genç kızları ise yine abraş yüzlü, esmer tenli ve kısa saçlıydı. İçlerinde münferit takılanlar çoğunlukta olmakla beraber cemaat halinde dolaşanlar da bir hayli vardı. Hepsinin ortak özelliği dünyaya mütehassis bir gözle bakmalarıydı. Yemek yiyişleri, yürüyüşleri, birbirlerine bakışları, bütün umumi ve hususi tavırları duyguluydu. Sanki insanlığın yüzyıllardır yaşadığı bütün travmaları, sevinçleri, duygusal halleri bir kalıpta dondurmuşlar ve suratlarına maske olarak takmışlardı. Buna rağmen, binlerce mısraların arasından seçilmiş bercesteler gibi hepsi seçkin ve güzeldi. Beyhude işerin terkedildiği, beynelmilel hadiselerin azaldığı bir çağdı bu. Her kıta, her bölge kendi değer ve kültürlerini ötekine dayatmak yerine kültürel tekamüllerini zirveye taşımanın derdindeydi. Dünyadan yükselen canhıraş çığlıklar susmuş, aslanlar tarafından parçalanan ceylanların bağırmaları bile duygusal ve rahatlatıcı bir tınıya kavuşmuştu. Artık acılar, zulümler, kederler insanların suratlarına çarpmadan bir dönüşüme uğruyor, yumuşuyor, buharlaşıyor, sis bulutlarının ardından kaybolup gidiyorlardı.

 

Lakin inançsızlık her yerde kol geziyordu.

 

Her şey meyus bir ekim akşamında başladı. Haddi zatında dünyayı yerinden oynatan hadiseler yaşanmadı. Ancak küçücük kıvılcımların bile insanlara sirayeti öyle büyük vaveylalara yol açtı ki yaşananlara anlam veremeyen insanlar bunu yalnızca mukadderat diye açıklamakla yetindi. Mukadderat kelimesi onlara eski dilden kalmıştı. Kadere inanmadıkları için bu kelime zamanla kaçınılmaz olanın, mutlaka yaşanılması gerektiği anlamında kullanılmaya başlandı.

 

Devr-i şebabette ihtiyarlığın, yaşlanmanın ne olduğunu bilen eski kitapları karıştırma fırsatı bulan üç beş kişiden başka kimse yoktu. İnsanlara sirayet eden hadise; her kıtaya kimler tarafından bırakıldığı belli olmayan beş on beli bükük ihtiyardı. Hiç kimse bu efsunkâr ihtiyarlara anlam verememişti. Çünkü onların muhayyilesindeki yaşlılık diye bilinen olgu binlerce yıl önce mezar olmuştu. Ölüme çarenin bulunamadığı ancak yaşlanmaya çarenin bulunduğu, bundan mütevellit bazılarınca fevkalade sıhhat çağı ve gergin tenler çağı olarak da adlandırılan bu devirde buruşukluğa kimsenin tahammülü yoktu. Çünkü buruşuk tenler tedirgindir. Ölüm ve sonrasının tedirginliği, insana her zaman ölümü hatırlatır ve insanın mistik hassalarını harekete geçirir. Kırışık ve buruşuk suratlar adeta ahiretin haritası gibidir. Devr-i şebabatte teknolojinin gelişmesiyle insan ne kadar yaş alırsa alsın, genç görünüm formunu koruyacak imkanlar geliştirilmiştir. Yaşı ilerlediği halde fiziksel açıdan yaşlanmayan insanlar pek çok hastalığa çare bulmakla beraber, ölüme çare bulamadıkları için ani ölümlerle ölmektedirler. Ölenlere son vazifeleri, adet haline geldiği üzere onlara ölü makyajı yaptırmaktır.

 

Nerden geldiği bilinmeyen bu acuzelere ne yapmaları gerektiğine bir türlü karar veremediler. Fikri feveranlardan uzak birkaç genç, onları bir araya toplayıp konuşmayı düşündü. Bazı radikaller dışında herkes bu fikre mutabık kaldılar. İhtiyarları bir araya toplamak öyle basit olmamıştı. Çünkü onlar, bilgece konuşmaları, Sokratik savunmaları ve yüksek ilm-i taarruzları sayesinde pek çok genci yanlarına toplamışlardı. Nihayet ikna edilip bir araya getirildiklerinde kim tarafından gönderildiklerini söylemiyorlar, inançsızlığın bedeni yaşlandırmasa da ruhu ihtiyarlatacağını tekrar tekrar dile getiriyorlardı. Lalettayin bir cuma günü, babayani tavırlarla ihtiyarları sorgulayan gençlerden pek çoğunun kafası karışmıştı. Uzun zamandır yabancısı oldukları inanç, ruh, ikinci dünya gibi kelimeler onları kaskatı kesiyor, ihtiyarlar tarafından bir nevi sihre maruz kaldıklarını düşünüyorlardı.

 

Onların kim tarafından gönderildiklerini öğrenemeyeceklerini anlayan gençler asıl ehemmiyet verilmesi gereken soruda karar kılmışlardı. İhtiyarların sorgulandığı bir başka gün, gençlerden biri kendinden emin ve pek mütecessisane bir tavırla “Siz kimsiniz? Neden buradasınız?” diye sordu. İhtiyarların en yaşlısı, sakalları dizlerine kadar uzanan, gözleri derin ve parlak bir adam cevap verdi. “Biz, sizin unuttuğunuz bir şeyi hatırlatmaya geldik. Biz, sizin kaybettiğiniz bir şeyi bulmanıza yardım etmeye geldik. Biz, sizin yitirdiğiniz bir şeyi geri vermek isteyenleriz.” dedi.

“Neyi unuttuk? Neyi kaybettik? Neyi yitirdik?” diye sordu gençler.

“Unuttuğunuz şey, hayatın anlamıdır. Kaybettiğiniz şey, insanlığınızdır. Yitirdiğiniz şey, Allah’ın rızasıdır. Yani inançtır” dedi ihtiyar.

Gençler bu sözlere önce şaşırdılar, sonra güldüler ve çok geçemeden öfkelendiler. Onlar için hayatın anlamın zevk almaktan, insanlığın ölçüsü güzellikten, Allah’ın rızası denilen şey ise boş bir hevesten ibaretti. İhtiyarların, sözlerini tevekkeli söylemediklerini kalpleriyle sezseler de saçma ve gerici buluyorlardı.

“Biz sizin gibi yaşlanmak istemiyoruz. Biz sizin gibi ölmek istemiyoruz. Biz sizin gibi inanmak istemiyoruz.” diye bağırdılar.

İhtiyar gülümsedi ve dedi ki: “Yaşlanmak da ölmek de inanmak da Allah’ın takdiridir. Siz bunları reddederek kendinizi kandırıyorsunuz. Siz kendinizi tanrı yerine koyarak büyük bir gaflete düşüyor ve kendinizi ebedi sanarak büyük bir cehalete saplanıyorsunuz.”

Gençler bu sözleri duyunca daha da sinirlendiler. İhtiyarları âcibane tekdir etmek istediler. Tam o anda gökyüzünde büyük bir yıldız kaydı ve ardından korkunç bir ses duyuldu.

“Kıyamet yaklaştı! Kıyamet yaklaştı! Kıyamet yaklaştı!” diye haykırıyordu ses. Gençler nereden geldiği belli olmayan sesi duyunca dehşete kapıldılar.

 

Rüzgarlar birbirine karıştı, tek bir hışırtı bütün sesleri kesti. Yaprak kıpırdadı; ağaçlar söküldü, yaprak kıpırdadı; dağlar üç kere zıpladı, yaprak kıpırdadı; bakışlar, bütün rüyaları unutturdu. Artık hiçbir nesnenin gölgesi yoktu çünkü her şey tek bir gölgenin içinde çırpınarak pişmanlıklara karıştı.

 

Yüzyıllardır yaklaşan kıyamet, bu defa bütün yavaşlığına rağmen gerçekten yaklaşmıştı..

 

 

*Bu metinde kullanımı azalmış bazı kelimelere yer verilerek karilerin kelime dağarcıklarını artırması amaçlanmıştır. Kelimeler;

Kâri: okur, okuyucu, okuyan.

Acuze: yaşlı, çirkin ve huysuz kadın.

Miskin: çok uyuşuk (kimse).

Devr-i Şebabet: gençlik çağı.

Abraş Yüzlü: sarı saçlı, çilli ve çopur yüzlü, açık renk gözlü (erkek).

Münferit: kendi başına, ayrı, tek.

Mütehassis: hislenmiş, duygulanmış.

Umumi: genel.

Hususi: özel.

Berceste: bir şiirdeki en güzel dize ya da beyit.

Beyhude: boş yere, boşuna, yok yere, gereksiz olarak.

Beynelmilel: milletlerarası, uluslararası.

Tekamül: olgunlaşma, gelişme, olgunluk.

Canhıraş: (çığlık, bağırtı için) tüyler ürpertecek denli korkunç, yürek parçalayan, acı acı.

Meyus: üzgün, kederli, karamsar.

Haddi zatında: aslında, gerçeğinde, doğrusu şu ki.

Vaveyla: çığlık.

Mukadderat: takdir olunmuş olanlar.

Sirayet: dağılma, geçme, yayılma, bulaşma.

Efsunkar: büyülü.

Muhayyile: hayal etme gücü.

Mütevellit:den doğmuş, ileri gelmiş, hâsıl olmuş, dolayı

Fevkalade Sıhhat Çağı: olağanüstü sağlık çağı.

Hassa: özellik.

Mistik: akılla anlaşılamayan yahut anlaşılması güç olan olay, olgu ve davranış biçimleri.

Feveran: birdenbire öfkelenme.

Sokratik Savunma: kişiyi bilgilendirmekten çok, soru ve diyalogla, var olan bilgiyi ortaya çıkarmayı amaçlayan yöntem.

İlm-i Taarruz: ilmi saldırı.

Lalettayin: özensiz bir biçimde, gelişigüzel, herhangi, sıradan.

Babayani: gösterişi ve özentisi olmayan.

Mütecessis: gizliyi öğrenmeye çok eğilimi olan, meraklı.

Acibane: Hayret verici, şaşılacak şekilde.

Tekdir: azarlama, paylama.

Tevekkeli: boş yere, boşuna, amaçsız, nedensiz, rasgele.


Ömer Talha Kavas

Eskişehir / 18.10.23

*Tüm hakkı mahfuzdur.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

DÜELLO

"-et"

Berceste Kitaplar