Soru Sormanın Keyfiyeti Üzerine Bir Deneme
Hayatta
devamlı kendi kendimize sorular sorarız. Etrafımızdaki insanlardan cevabını
alamadığımız sorular bizi düşündürür. Niçin Güleriz? Niçin üzülünce gözümüz
yaşarır? Kırk haramiler neden kırk kişidir? Amasya'daki selfie çeken şehzade heykeli
niçin var? Gibi binlerce mantıklı mantıksız sual gelir aklımıza. Küçücük
çocuktan tutun en ihtiyarına kadar herkesin cevabı aradığı sorular vardır. Bazı
soruların cevabını hemen bazı soruların cevabını ise yaşadığımız müddetçe almak
isteriz yahut alacağımızı zannederiz. En büyük yanılsamalardan birisi ise sorduğumuz
suallerin karşılığında söylenen safsatayı cevap zannetmemizdir. Sadece
kendimize sormaya cesaret edebileceğimiz sorular olduğu gibi sadece kendimizin cevabını
bildiği sorular da vardır. Yaşamak bir anlamda soruya muhatap olmak demektir.
Mesela dünyaya niçin geldiğini soran birisi doğru cevabı aldığında hayatının
anlamını kavramaya yaklaşır ve bu anlamla hayatını anlamlandırır. Sorduğumuz
sorular ve onlara aldığımız cevaplar hayatımızı merkezi bir standartın
etrafında şekillendirmemizi sağlar. İnsan dünyaya ne kadar büyük bir ufukla
bakabilirse sualleri de o nispette artar. Soru sormamızın ardında yatan en
büyük saiklerden birisi hiç şüphesiz her gördüğümüzü olduğu gibi kabul
etmeyişimizdir. Bize zahirde çok garip ve anlamsız görünen pek çok şey vardır
ki aslında bunlar çok makul ve mantıklı sebeplere dayanır. Pek çok şey vardır
ki bize hayal ve imkânsız gibi görünür ama olur. Bizde müphem olan bir şey hakikatte
hiçte belirsiz olmayan bir takım sistematiklere dayanabilir. Aklımızın ermediği
her şey bizim için sorudur. Suallerimizin karşılığı iki şekilde
cevaplandırılır. Birincisi bildiğimiz ‘’el- cevap’’ denilerek sorunun makul
şekilde cevaplandırılması gayretiyle ortaya konulan çabadır. İkincisi ise
‘’hikmet’’ kelimesinde saklıdır. ‘’Elbette bunun da bir hikmeti vardır’’ deriz.
Bu bizim bazı durumlarda sukut edebiliyor olmamızın tescilidir. Nice büyük âlimler
bazı sualleri bazen tevazu bazen hakikaten bilmedikleri bazen de karşısındakine
ders vermek için cevapsız bıraktığı malumdur. Nasıl her doğru her yerde
söylenmezse her soruda her yerde sorulmaz. Hatta her cevap da her yerde
verilmez. İmam Malik’in (rh) ile ilgili bir rivayette talebeleri: “Bazen İmam’la
birlikte bir yere giderken karşımıza çıkan birileri bir soru sorar, İmam da “La
edrî” (bilmiyorum) diye cevap verirdi. Oysa o meseleyi dersleri sırasında bize
en az dört kez izah etmiş olurdu.” Cevap
verirken muhatabın niyetini, maksadını ve anlayıp anlayamayacağını da hesaba
katmak gerekir. Soru sormanın da usulü vardır. Bazen cevaplanmamış bir soru
yeni sorularla artar gider. Soru soruyu doğurur. Cevaplarda yeni sorular
doğurabilir. Bu yüzden soruya doğru cevap almak kadar soruyu doğru sormak da
çok önemlidir. Doğru cevabı bulmak aramak ve araştırmaktaki gayretimizle doğru
orantılıdır. Mesela bir suale beraberce
bakalım. Hepimizin bildiği basit bir soru olsun; Geceleri niçin görmeyiz? Nedir
bunun cevabı? El- cevap: ‘’Karanlık
ışığın yokluğudur. Mesela nasıl ortamda ses olmadığı zaman sukut var deriz aynı
şekilde ışığın olmaması durumuna da karanlık deriz. Görebilmemiz için ışık
lazımdır.’’ Bu cevap yeni bir soruyu doğurur;
‘’Peki öyleyse körlerin ışıkta, aydınlıkta görebilmesi lazım onlar neden
ışıkta göremez?’’ Bunun cevabını da: ‘’Kör birisi aydınlıkta göremez çünkü görebilmek
için sadece ışık değil aynı zamanda göz de lazımdır şeklinde
cevaplandırırız. Aslında bu cevap bile gerçeğin sadece basit boyutudur. Daha
derin ilim sahibi olanlar asıl gömenin göz ve ışıkla değil kalple bağlantılı
olduğunu bilir. Evliyaullahtan pek çok zatın ilham yoluyla kalplerine marifetin
tecelli ettiği vakidir. Kalbin melekût
âlemiyle bağlantı kurup doğrudan bilgiler elde edebilmesi için her türlü
kötülükten arınması ve nefsini tezkiye etmesi gerekir. Ancak bu durumda
kalpteki perdeler kalkar ve oraya Allah’tan veya meleklerden ilham yoluyla
bilgiler gelir. İlham yoluyla elde edilen bilgilerin ise bağlayıcılığı yoktur. Çünkü
bunlar genel geçerliliği bulunan kesin bilgi kaynağı olmadıkları gibi dinî
alanda delil olarak kullanılamazlar. Bilgi akıl havass-i selime ve haber-i
sadık ile elde edilir. Soru sormak ilim ve bilgi ile irtibatlıdır. Soru
öğrenmek ve öğretmek için sorulabileceği gibi bilinen bir şeyi tasdik ettirmek
için de sorulabilir. Cahilin cahile
sorusu basit, bayağı ve sonuçsuz bir şeydir. Cahilin alime sorusu ise öğrenmek
içindir. Cahil, alime soracağı soruyu usulüne uygun bir şekilde sormalıdır.
Cevabı uzunca bir sürede verilebilecek bir soruya anında, kısa ve tatmin edici
bir cevap beklemek hatadır. Âlimin cahile sorusu öğretmek ve ibret vermek
içindir. Günümüzde eğitim kurumlarında kullanılan soru cevap yöntemi hem alimin
cahile hem de cahilim alime soru sorması niteliği taşır. Alimin alime sorusu
ise öğrenmek, öğretmek, birlikte bir meseleyi teferruatlandırmak ve daha
ileriye taşıyıp kolektif akıldan istifade etmek içindir. Soru sadece alimle
cahil, bilenle bilmeyen arsında mı olur? Bu soruyu evet demek kolay değildir. Şairler
her şeye soru sorabilirler. Mesela bir geyiğe; ‘’Ey düz arazinin geyikleri!
Allah aşkına söyleyin: Leylam sizden midir yoksa beşerden midir?’’
Hülasa
edecek olursak;
Soru
sormak, insanların bilgi edinmelerini, meraklarını gidermelerini, düşüncelerini
paylaşmalarını ve öğrenmelerini sağlayan önemli bir beceridir.
Soru sormanın keyfiyeti sorunun niteliği, amacı, biçimi ve etkisi ile ilgilidir. Nitelikli bir soru, net, anlaşılır, açık ve özgün olmalıdır. Sorunun amacı soranın veya cevaplayanın neyi öğrenmek veya anlamak istediğini belirlemelidir. Sorunun biçimi sorunun türüne (kapalı, açık, yönlendirici, yansıtıcı vb.) uygun olmalıdır. Sorunun etkisi ise sorunun cevabının veya tartışmasının sonucunda ortaya çıkan fayda veya zarar olmalıdır.
Yazan: Zafir Uyaralp
10.04.23 Üsküdar / İstanbul
*Görsel: Resplash
*Her hakkı mafuzdur.
Yorumlar
Yorum Gönder