39. İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı İzlenimlerim
İlk
defa büyük fuara stant görevlisi ve katılımcı olarak gideceğim için içimde ufak
bir heyecan ve merak vardı. Sürekli fuar imza ve söyleşi takvimi yayınlanmış mı
diye siteyi yokluyordum. Ve nihayet yayınlanır yayınlanmaz hemen fuar da
listesindeki daha önce tanıdığım ve kaliteli gördüğüm isimlerin hangi günler
geldiğini tespit edip bir liste oluşturdum ve pratik olsun listenin teferruatlı
çıktısını aldım. Asıl hedefim pek çok yayıncı ve editörle tanışıp mesleğime
katkısı olacak bilgiler edinmek ve bakış açımı güçlendirmekti. Sabah erken
saatlerde sabırsızlıktan kahvaltı bile yapmadan evden çıktım. Uzun bir metrobüs
yolculuğundan sonra fuar alanına vardım. Ziyaretçiler içeriye henüz alınmıyordu.
Katılımcı girişinden girdim. Fuarın alanının bu kadar büyük olacağını tahmin
etmiyordum. Hemen stantları gezmeye koyuldum. O sırada İstanbul belediye
başkanı da kapıdan girmişti bir grup katılımcıyla beraber selamına icabet
ettim. Ziyaretçiler gelmeden önce bir şeyler atıştırdım. Stantta bir süre ziyaretçilere
kitap tanıtımı yaptıktan sonra uzun zamandır twitter’dan takip edip
makalelerini okuduğum Zekeriya Kurşun hocanın ‘’Osmanlı Arapları: Hilafet –
Siyaset- Milliyet (1789-1918)’’ isimli söyleşisine katıldım. Söyleşi odasında
yedi sekiz kişi vardı. Konuşmasını bitirdiğinde söz hakkı alıp ‘’Osmanlının
yıkılışında Vehhabilerin etkisi ve rolü nedir Osmanlının yıkılışımda nasıl
tesirleri olmuştur?’’ sorusunu yönelttim. Hoca da kısaca Vehhabilerin yüzyıllardır
süregelen ümmetin büyük çoğunluğunun sahip olduğu İslam telakkisinin ve
pratiğinin yanlış olduğunu iddia eden sonradan ortaya çıkan heretik bir grup
olduğundan bahsetti. Doğrudan Osmanlıyı yıkmak için kurulmadıklarını ama
geldikleri aşamanın onları kullanılabilir hale getirdiğini anlattı böylece
doğrudan olmasa da ehlisünnete ve Osmanlıya menfi tesirlerinin olduğu pek
açıktı. Bu güzel söyleşi bittikten sonra Pelin Çiftle beraber ‘’Ayasofya’nın
Gizli Tarihi’’ isimli kitabı kaleme alan Erhan Altunay hocanın söyleşisine
girdim, salonun yarısından çoğu doluydu. Çeşitli konulara değinip gayet esprili
ve hoş bir eda ile konuştu. Atatürk ve Enver paşa arasındaki zıtlaşmadan, Atatürk’ün
ittihatçılarla ve masonlarla ilişkisinden bahsetti. Bütün bu konulardan daha
çok patatesle ilgili söyledikleri dikkatimi çekti. Patatesin Osmanlıya 1850
gibi oldukça geç bir tarihte girdiğini ve başlarda Avrupa’dan ithal edilen
patatesin 1876’da ilk defa Adapazarı ovasında yetiştirildiğini ondan sonra
giderek tanınıp yayıldığından bahsetti. Patatesin üretilmesinde Ahmet Vefik Paşa’nında
büyük rolü olmuş. Bin dokuz yüzlerin sonuna kadar patates denilince akla hep
Adapazarı gelirmiş. Erhan Altunay hocanın keyifli söyleşisinin ardından ‘’Tek
Başınalık’’ şiirini defalarca okuduğum Ataol Behramoğlu’nun söyleşisine
katılmak istedim. Ataol Behramoğlu, İsmet Özele askerde iken yıkılma sakın
isimli bir şiir yazdığını İsmet Özel’inde aynı isimde bir şiirle karşılık
verdiğini okumuştum. Ayrıca ikisinin mektuplaşmalarından oluşan ‘’Genç Bir Şairden
Genç Bir Şaire Mektuplar’’ isimli kitaptan da haberdardım. Salona epey
kalabalık görünüyordu. Ataol beyin konusu ‘’ülkem beni ağlatacak kadar güzel’’
idi. Salona biraz geç geldi. Farklı bir ilde Yaşar Kemalle ilgili bir
sempozyumdan direkt buraya geldiğini söyleyip biraz Yaşar Kemalden bahsetti.
Ataol beyin tavırlarını egoistçe buldum. Kendi şiirlerinin çeşitli
platformlarda yanlış kelime ve cümlelerle aktarıldığından ve kendisine ait olmayan
bazı şiirlerin kendisine atfedilerek paylaşıldığından küçümseyici ve esprili
bir dille yakındı. Dilin kullanım üslubundan bahsederken sadece bu örnek
üzerinden gitmesine ve bu vakıayı bir şair olarak sadece kendisinin başına
geliyormuş gibi anlatmasını çok saçma buldum. Söyleşinin bitmesine on dakika
kala sıkılarak salondan ayrıldım. Daha sonra uzun zamandır çeşitli platformlardan
takip edip videolarını keyifle izlediğim Emrah Safa Gürkan’ın söyleşisine doğru
gittim. Salon çok kalabalıktı epey esprili ve faydalı bir söyleşi oldu. Emrah
hoca videodan görerek izleyerek işiterek öğrenmenin yüzeysel olduğunu asıl
öğrenmenin okuyarak olacağından bahsetti. Bazı konulara aşırı rasyonalist bir
bakış açısıyla baktığı için derinliğe inemediğini fark ettim. Söyleşilerden
sonra çeşitli yayınevlerini gezip çocuk kitaplarını inceledim. Aynalı kitap ve
farklı interaktif çocuk kitapları dikkatimi çekti. Bu tarz kitapları sonra
incelemek üzere fotoğraflarını çektim. Kendi standımla diğer yayınevleri
arasındaki koşturmaca devam etti. Nihayet hareketli bir günün ardından
metrobüsle ayakta uzunca bir yolculuk sonucu eve varabildim. Ayaklarımda günün yorgunluğu..
Filtre kahvem french preste demlenirken ben çoktan uykuya dalmıştım. İki gün
sonra tekrar fuara gittiğimde Pazar gününe göre daha az bir kalabalık vardı.
Rahat rahat stantları dolaşıp listemdeki kitaplardan aldım. İz yayınları, yapı
kredi yayınları, diyanet vakfı yayınları, çelik yayınevi, okur kitaplığı ve
büyük doğu gibi yayınevlerinden pek çok yayıncı, editör ve pazarlamacı ile
tanışıp görüştüm. Hepsinin ortak sorunu yükselen kâğıt ve basım masrafları idi.
Birinci hamur kağıda basılan kitaplar maliyetlerin yüksekliğinden dolayı üçüncü
hamur kağıtlara basılmaya başlanmış stokta kalan satılmayan ürünler ise biran
önce kağıtları sararmadan satılması için uygun(!) fiyatlarla etiketlenmişti.
Bez poşet veren yayınevi neredeyse kalamamış gibiydi. Daha sonra Necdet Neydim
beyin ‘’Çocukla Edebiyat Üzerinden İletişim Kurma’’ isimli söyleşisine
katıldım. Çocuğun edebiyat üzerinden bizimle iletişime geçtiğini bizimde
edebiyat üzerinden çocukla iletişime geçtiğimizden bahsetti. Ülkemizde
ergenlere, genç kitleye hitap edecek yeterli miktarda ve kalitede eserler
yazılmadığından dem vurdu. Çocuğa ölüm anlatılmalı mı anlatılırsa da nasıl
anlatılmalı gibi önemli konulara temas etti. Ses kaydına aldığım çok faydalı
bir söyleşi oldu. Söyleşinin ardından Dursun Gürlek hocanın imza saatinin
geldiğini fark edip Dursun Hocanın standına yöneldim. Dursun hoca tam standa
girmek üzereyken selam verdim. ‘’Çınaraltı’nda Kitap Sohbetleri’’ isimli
kitabını satın aldım. Tam imza atacağı esnada Osmanlıca atabilir misiniz diye
rica ettim. Bu ricama ‘’ooo:d’’ diyerek mütebessim ve sevinçli bir şekilde
karşılık verdi. İmza rika yazı stiliyle gayet güzel görünüyordu. Soy ismimin
anlamını sordu. Cevabımın ardından tebrik etti daha sonra cumartesi
sohbetlerinden bahsetti. Dursun beyin beyefendi, nazik ve mütevazı hali çok
hoşuma gitti. Tanıştığıma memnun kalarak vedalaşıp ayrıldım. Bir sonraki fuar
günü Füsun Çetinel’in ‘’Sıradışı Bir Kraliçenin Maceraları’’ isimli söyleşisine
katıldım. Daha çok küçük çocuklara hitap eden söyleşi, soru cevap yöntemiyle
gerçekleşti. Çocukların komik cevaplarıyla ortam gayet neşeliydi. Daha sonra
Murat Menteş beyle tanışmak ve aklımdaki soruyu sormak için alfa yayınları
standına doğru yöneldim. Murat bey, muhataba yüzünü tam dönemeyecek şekilde yan
oturmuştu. Etrafı gayet sakindi kısa bir tanışma faslından sonra ‘Seksapel
Seksen Papel’’ isimli şiirinden ‘’Pekâlâ, yanılmışım fakat isabet olmuş: /
Taziyeye giden bir ağır hasta gibi / İmgesel rehineler, simgesel değiş
tokuş… / Kainatı görmezden gelemezsin
ki?’’ dörtlüğünü göstererek ‘’simgesel değiş tokuş’’ tabirinin Jean
Baudrillard’a atıf olup olmadığını sordum. Evet oraya atıf ben Baudrillard’ı
çok severim dedi. Bende Baudrillard üzerine okumlar yaptığımı ve Baudrillard’ın
‘’Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm’’ isimli eserinin olduğundan bahsettim. Bana ne
kadar çok dikkatli birisi olduğumu ve bu ayrıntıyı fark etmeme şaşırdığını
ifade etti. Simülasyon kuramından biraz bahsettikten sonra ‘’Kainatı görmezden
gelemezsin ki?’’ ifadesinin simülasyon kuramıyla ne derecede ilişkisi olduğunu
sordum. ‘’Kâinat gerçek işte’’ gibi basit ve geçiştirici bir cevap verdi. Murat beyin ağız üstü samimiyeti ve muhataba
odaklanmak yerine bilmiş tavırlarla sağa sola bakmasını hiç hoş bulmadım.
Fuarda o kadar yazar ve yayıncı gördüm Murat beyin hakkını yemiyim içlerinde en
egosu yüksek ve kaprisli tavırlar sergileyen oydu. Kitabını almaktan ve
imzalatmaktan vazgeçtim. Nazik bir veda ile teşekkür edip ayrıldım. Doğubatı
yayınevinin standına uğrayıp Baudrillard’ın kitaplarını inceledim. Stanttaki
vazifeli ben kitapları incelerken ‘’Baudrillard demek her şeyin sonu demek’’
dedi. Önceden beri hoşuma giden bu nitelendirmeye iştirak ederek Baudrillard
üzerine epeyce muhabbet ettik. Daha sonra karnaval yayınevinden çocuk kitapları
yazarı Hülya Küçük hanımla tanıştım. Hülya hanım gayet mütebessim ve mütevazı
birisi. Çocuk yayınlarıyla ilgilendiğimi daha çok seyahat yazıları kaleme
aldığımı söyledim. Bunun üzerine bana birkaç kitap tanıttı biraz muhabbetten
sonra tanıştığıma memnun bir şekilde ayrıldım. Günün geriye kalan kısmını da
sahafları gezerek tamamladım. Sonrasında uzun bir metrobüs yolculuğu ev, sohbet,
muhabbet ve uyku.. Son fuar gününde Şükrü Erbaş’ın söyleşisine katıldım. Şükrü
Erbaş başlangıçta azınlık olmaktan, çok az olmaklıktan bahsetti. Niceliğe değil
niteliğe önem verilmesi gerektiğini ifade etti. Şiir telakkisinin oluşmasında
başta Türk masalları olmak üzere yabancı masalları okumasının etkisi olduğunu
söyledi. ‘’Liseye geldiğimde ben kendimi şiir yazarken buldum, 1968’de lise bire başladım. Üç şeye
birden başladım ama. Devrime, şiire ve aşka. Üçüne de lise birde başladım.
Gırgır yapıyorum aşk dediğimde şöyle bir şeydi: bizim sınıf otuz altı kişiydi
üçü kızdı onu biliyorum. Yozgat anacığım. Otuz üç oğlan vardı. Biz otuz üç
oğlan hiç ayırt etmeden üçüne de aşıktık kızların:d Ama otuz üçümüzde gidip
birisine bir şey söyleyemiyorduk. Söylesen ayakkabıyı, çantayı kafana yersin,
babası kovalar abisi döver falana filan.. Aşk denilen hikaye bir şeye
benzemediği gibi devrimin içinden hala çıkamadık geriye kala kala bireysel olarak
yapabileceğim şey şiir yazmaktı onu hala sürdürüyorum, utanmadan hala
sürdürüyorum.. Bir dünya şiir yazıyorum ben. Eğer yazmazsam dünyanın bütün
pisliğinden sorumluymuşum gibi bilinçle yaşamaya başladığımdan beri yazıyorum…
Hallacı Mansur(k.s.) der ki ‘Cehennem acı çektiğiniz yer değildir, acı
çektiğinizi kimsenin duymadığı yerdir.’.. Biz kendi dışımızdaki herkesi bir
korku ögesine dönüştürüyoruz. Ruh ancak bir başka ruhun aynasında kendisini
görür. Onun için biz yalnızlığımızı bir başka insanın yalnızlığının aynasına
tutmazsak onun ruhunun aynasında kendi yalnızlığımızı görmezsek hiç kimseyi
sevemeyiz, hiç kimseyi anlayamayız, hiç kimseye merhaba diyemeyiz. Bunun dışına
çıkması lazım insanın..’’ dedikten sonra Şükrü Erbaş ‘’İnsan Bir Eksik Sözdür’’
isimli kitabından şu şiiri okudu:
" Bu yıkıcı bir yalnızlık
Bütün bir ülke yalan söylüyor
Bu yıkıcı bir
yalnızlık
Bütün bir ülke
saygıyla zorbasını seviyor
Bu yıkıcı bir
yalnızlık
Bütün bir ülke kendi
ruhunu taşlıyor
Bu yıkıcı bir
yalnızlık
Bütün bir ülke
acısından nefret ediyor
Bu yıkıcı bir
yalnızlık
Bütün bir ülke
merhametini korkuyla boğuyor . "
Biz nasıl yeni bir
zaman yaratacağız
Biz nasıl bu
çürümeden arınacağız
Biz nasıl
birbirimizin onurunu koruyacağız
Biz nasıl
özgürlüğümüzü hatırlayacağız
Biz nasıl evlerin
ağıtını göreceğiz
Biz nasıl kendi
şarkımızı söyleyeceğiz
Biz nasıl
çocuklarımıza inanacağız
Biz nasıl
başkalarının masalını seveceğiz
Biz nasıl
gözyaşımızla güzelleşeceğiz
Biz nasıl tanrıyı
yeryüzüne indireceğiz.
Bu yıkıcı bir
yalnızlık’’
Daha sonra aynı
kitabından şu şiiri okudu:
‘’ Ne olurdu
Ölüler yılda bir gün
Evlerine gelseydi.
Ne yanlış olurdu
Hükmünde senin
Sen hiç kimseyi
Özlemez misin?
Bir ben mi
Hatice diye diye...
Ölüm senin de
Yalnızlığın değil mi?
Ne olurdu mezarlar
yılda bir gün bizimle konuşsaydı.’’
Şiirlerden sonra
soruları aldı. Hatıralarından babasının ne kadar sert birisi olduğundan esprili
bir dille bahsetti. Yine ‘’Ömür Hanımla
Güz Konuşmaları’’ isimli meşhur şiirinde geçen ömür hanımın gerçek bir kişilik
olmadığını kurgusal bir karakter olduğunu söyledi. Hanımı Hatice’nin ismini
neden kullanmadığı sorulunca insan, anasına babasına, dostuna hatta eşine bile
içini tamamen dökemez dedi. Erkek erkeğe de içini tamamen dökemez bu yüzden kurgusal
bir karakter gerekiyordu bununda bayan olması gerekiyordu bu kurgusal
karakterde şiirlerimde ömür hanım, boncuk hanım gibi isimlerle yer buldu dedi.
Ama artık ben anladım ki Hatice(eşi) benim için en büyük dinleyicim o günden
sonra ömür hanımın Hatice olduğunu fark ettim. Benim bütün şiirlerimde Ömür
hanımdan muradım bundan sonra Hatice'dir, dedi. Yine aynı kitaptan şu şiirini
okuyarak konuşmasını sonlandırdı:
‘’Yıldızlardan başka
konuşacak kimsenin olmadığı bir bozkırda başladı
Çocukların
ırmaklardan önce aktığı bir bozkırda
Köpeklerin delice
kuşlarıyla koştuğu bir bozkırda
Kadınların sabahın
kapısını açtığı bir bozkırda
Işığın ve rüzgârın ve
suyun anlattığı bütün masalların beşiğinde geçti
Büyülü bir yolculuktu
bu
Dünyanın bütün
kadınlarını sevdim
Bütün özgürlük
şarkılarını söyledim insanın
Acının bütün
harflerini, okudum, yazdım
Arzuyu anladım,
pişmanlığı anladım
Öfkeyi ve inceliği
bir onur nişanı gibi taşıdım üstümde
Bütün ara
sokaklarında dünyanın
Alın kırışığını
okudum
Bütün yaralı
şehirlerin rüyasını yatırdım gövdemi
Yazdım ve sevginin nasıl
bir yücelik olduğunu öğrendim
Büyülü bir yolculuktu
bu.
Yazdım ve Ömür
Hanım'ı sevdim
Yazdım ve başka
hayatlara inandım
Yazdım ve acının
yaşama gücünü gördüm
Yazdım ve ölümün
bağışladığı hayatı anladım
Yazdım ve susmanın
erdem olduğu yere geldim
Yazdım ve sevginin
nasıl bir yücelik olduğunu öğrendim
Büyülü bir yolculuktu
bu.’’
Daha sonra imza
salonuna doğru yöneldim. Hem Nazan Bekiroğlunu görmek hemde tanışıp muhabbet
etmekti. Salon ve imza kuyruğu çok kalabalık olunca vazgeçtim. Sahafları ve stantları
tekrar dolaştım. Çikolata yayınlarını gezerken Meltem Erinçmen Kânoğlu
hanımefendi ile tanıştım. Çocuk edebiyatı ile ilgilendiğimi daha çok seyahat
kitaplarına yoğunlaştığımı söyledim. Aradığım tarzda kitap yoktu. Meltem
hanımın ‘’dış dünya gezisi’’ kitabı dikkatimi çekti. Distopik çocuk kitabından
konu transhümanizme ve metaverse geldi. Bu konularla ilgili okumalar yaptığımı
söyledim. Meltem hanımda bu konuların çocuk kitaplarında işlendiğini pek çok
yayınevinde transhümanizm ve metaverse ilgili kitaplar metinler yazıldığından
bahsetti. Film ve dizilerdeki yansımalarına da değindikten sonra bana tavsiye
olarak ‘’biyopolitika’’ konusunda araştırmalar yapmamı ve o konuya yönelmemi
tavsiye etti. Nazik bir selamdan sonra vedalaştım. Sonra fuara yavaş yavaş veda
ettim. Avcılarda şiddet dalgaları seyir. Bir dostla muhabbet, çay, soğuk,
tebessüm, üşüyüş ve birkaç fotoğraf.. Uzun bir metrobüs yolculuğu sonunda geceye
kadar süren misafirlik. Bol kahkahalar, belli belirsiz konular hakkında
muhabbetler. Sonra gece ve sessizlik.
Fuardan
aldığım kitaplar:
- -
Düş
Kesiği / Güray Süngü
- -
Çınaraltı’nda
Kitap Sohbetleri / Dursun Gürlek
- -
Kıntsugı
/ Ramazan Sarısakal
- -
Mevlid-i
Şerif / Süleyman Çelebi
- -
Hasan
Mellâh, Yahut, Sır İçinde Esrar / Ahmet Mithat Efendi
- -
Ters
Lale / Sadık Yalsızuçanlar
- -
Baki
Divanı / TDK
- -
Türk
Sözünün Aslı / Hüseyin Namık Orkun
- -
Sümer
ve Türk Dillerinin Tarihî İlgisi ve Türk Dilinin Yaşı Meselesi / Osman Nedim
Tuna
- -
En
Kahraman Rıdvan 13 / Bülent Arabacıoğlu
- -
Şair
Ömer Seyfettin / Nazım Hikmet Polat
- -
İlmihalim
/ Heyet (Çamlıca Basım)
14.12.2022 Esenler / İstanbul
*Her hakkı mahfuzdur.
Ömer bey birlikte geçirdiğimiz küçük kitap gezimizden bahsetmeyisiniz beni çok mutessir bir çehreye bütündürdu 😂😂😂 ayrıca ben de katılıyorum Murat bey hakkındaki yorumunuza.
YanıtlaSilo gezimiz the new york times dergisinde yayınlanacak dhdh onu oraya sakladım 😂 murat bey kesinlikle hayal kırıklığı benim için:)
Silah murat bey ah
YanıtlaSil